1. HİKÂYE
SİVRİADA GECELERİ
Güneş batıyor, martılar haykırıyor, karabataklar sudan çıkmış, ıslak kanatlarını kaldırabilmek için deli gibi çırpınıyorlar, ayı balığı büyük bir nefesle çıkıyor. Büyük bir nefesle tekrar dalıyor. Martılar geliyor, karabataklar gidiyor. Akşam büyük bir vaveyla içinde vahşi, kırmızı dalgalar esmer kayaları dövüyor.
Mağaranın içinde Kalafat, kıpkırmızı lekelerle sular içinde karides avlıyordu.
- Sotiri, diye haykırdı birdenbire. Sen livarı hazırla da şu karidesleri koyalım.
Arkada bir tane daha var. Ama, iyi bak, üstünün bezi delik olmasın.
Sotiri, kayığın içine batmış güneşin bir parçası gibi kımıldadı. Siyah kafası ve kırmızı elleriyle, mavi gözleriyle, kaya, deniz, güneş, balık, renk ve kokusuyla ayaklarının dibinde kıç altına doğru uzandı.
Kalafat kepçeyi baş üstüne koydu ve kendisi de mağaranın deliğinden fırladı:
- Ulan Sotiri, bulamadın mı öteki livarı? Ver şimdilik oradan çapçağı, dedi.
Çapçağı ben uzattım.
Sotiri kıç altından boğuk boğuk:
- Bulamıyorum livarı usta, diyordu.
Mağarayı ayı balığına bırakıp Sivri’nin Yassı'ya bakan kıyısına çıktık. Sandalı çakıla çektik.
Sotiri ile Kalafat çalı çırpı aramaya gittiler. Ben kıyıda beyaz çakıllara oturdum. Üç adım ötemde akşamın şimdi güvermiş renklerine doğru kırmızı bacaklarını sallayan bir martıya daldım.
Martı aka üstü yatmıştı. Kırmızı ördek ayakları ara sıra havayı dövüyordu. Ne oluyor, diye martıya doğru gittim. Hayvanın gözleri açıktı. Güzel kafası da ara sıra sallanıyordu.
Sotiri, sırtında kıyıya düşmüş boş bir portakal sandığıyla tepemde gözüküverdi.
Ne oluyor bu martıya Sotiri, dedim.
Ölüyor be dedi, ne olacak?
Sahi ölüyor mu?
Yok yalandan. Ölüyor işte...
Sotiri, portakal sandığını, geceyi geçireceğimiz iki kaya arasına fırlattı. Tekrar Kalafat’a yetişmek üzere kayalara tırmandı. Bir martı, bir nisan akşamında sırtüstü uzanmış, hâlâ ölmeye çalışıyordu. İçimi bir keder yaladı. Yanından ayrılmıyordum. Martının kafasını ellerime almıştım. Bir avuç deniz suyu getirip ağzına damlattım. Şiddetle kafasını salladı. Bir titredi ve öldü.
Yassıada’nın ışıkları yandı. Uzakta bir taka geçti. Keyfim kaçmış, üzgün, ağlamaklı gibiyim. Canım bir taraftan acı bir türkü söylemek çekiyordu.
Onlar ateşi yakıp topladıkları midyeleri bir teneke üstünde şişirirlerken ben hâlâ martının yanı basındaydım. Kalafat:
Ne oluyorsun be, dedi. Şair misin, nesin?
Martı öldü de, dedim.
Martı da ölür, dedi. İnsan ölmüyor mu?
Dünyanın yaratışındaydık şimdi, insanın ilk zamanlarını yaşıyorduk. Onlar avlıyorlardı, ateş yakıyorlardı. Ben martıya ait bir mersiye yazmış, ateşin kaşısında okumak üzereydim.
Bütün kabile halkı bana kızmıştı:
- Bu herif çalışmayacak mı? Oturup kayalara, düşünecek mi? Martı ölmüş, onu
seyredip bize masal mı anlatacak?
Gündüz güneşin içinde böyle söyleyenler, gece olup da kütükler, çalı çırpı yanınca, öbür tarafta rüzgâr denizi homur homur söyletirken martılar hâlâ deli gibi bağrışırken ben bir türkü, martının ölümünün türküsünü tutturacaktım. Çalışanları bir üzüntü, bir garipseme, birbirine sokulma hissi saracıktı. Sonra bu hâl belki de işe yaramaz adamın bir vazifesi olarak tanınacaktı. Bir iki gün ağ tamir edecek, balık tutacak, beceremeyecek, fakat akşamları da onlara üzülüp sevinme arzuları veren türküler söylemeyecektim.
- Ne susarsın be herif, diyeceklerdi. Hani bülbül gibi öterdin geceleri?
Ertesi sabah beni balığa çıkarken uyandırmayacaklardı. Bırakacaklardı kendi hâlime.
Kalafat:
Ee, dedi, anlat bakalım şu martının ölümünü...
Martı, dedim, üç adım ötemdeydi. Güneş yeni batmıştı. Doğrudan bir mavi karanlık ağır ağır kayalara, çakıllara, çakıllardan vücuduma sinmeye başlamıştı.
Kalafat’la Sotiri, birbirlerine bakakaldılar:
- E, sonra, dediler.
Utandım, sustum.
Ateşin kenarına koyduğum midyeyi aldım. Biraz limon sıktım. Bir lokma ekmekle attım ağzıma.
Sotiri yanı başıma uzanmıştı. Gözleri uyku içinde yüzüme dikilmişti. Yine;
- E, sonra, dedi.
Kalafat’a baktım. Gözlerini kapamıştı.
- Dinliyor musun, Kalafat, dedim.
Cevap vermedi. Sotiri ondan tarafa döndü.Dikkatle baktı:
Uyudu, dedi, bana anlat.
Ölen martıyı tanıyordum, dedim. Hani iki hafta önce ölen Tahir’in martısıydı. Başka türlü martıydı o. Ötekiler gibi bağırmazdı. Bir kayanın tepesine çıkar, oradan Tahir’in sandalını gözlerdi. Uçardı doğru Tahir’in sandalına. Surattan da anlardı kerata. Tahir somurtkan adamdı. Pek keyifsizse yanına sokulmazdı. Uzaktan gözlerdi. Pek keyifli ise gelir, sandalın arkasına otururdu. Yemlerin kafasını, kılçıklarını, bekçi balıklarını, ince izmaritleri Tahir fırlatır ona atardı. Ara sıra konuşurlardı da. Ne Tahir onsuz, ne o Tahir’siz yaşayabilirdi. Üç gün sırta sırta rüzgâr esse, Tahir de balığa çıkmasa, martı tenezzül edip de çöp mavnalarına doğru kanat çırpmazdı. Tembel miydi, şair miydi bilmem ki...
Hikâyem güzel olmuyordu, farkındaydım. Ama, yavaş yavaş açılacaktım; ateş kor kesilmişti. Ay çıkmıştı. Baktım, Sotiri’ye; Kafası düşmüş, o da uyumuştu. Ben bütün gece uyumadım. Martılar simsiyah ayın altında dalaşıp durdular. Sabaha karşı iskele sancak ışıkları ile durgun suları bize doğru atan bir vapur geçti. Aman ne güzeldi bu vapur sabaha karşı, Kalafat’ı uyandırdım. Vapuru gösterdim:
Ne güzel, bak, Kalafat, dedim.
Sen sahiden kaçıkmışsın, dedi.
Kafasını bir iki defa salladı. Bir daha vapura baktı. Bir daha salladı. Yırtık paltosuna girip kayboldu.
Sait Faik Abasıyanık
İnceleme:
Okuduğunuz öyküde balıkçıların yaşamından bir bölüm anlatılmaktadır. Öykü de yazar, Kalafat ve Sorti ile birlikte İstanbul’da Sivriada’da akşam vakti balığa çıkar. Gecenin bir vaktine kadar balık, midye, karides vb. yakalarlar. Kalafat ile Sorti yakaladıkları midye ve karidesleri kızartmak için çalı çırpı topladıkları sırada yazar, kıyıda yaralı bir martı görür. Hemen koşar, martının ağzına birkaç damla su verir, ancak martı ölür. Yazar burada Kalafat’in yakaladığı balıklardan çok bildiği Tahir adlı balıkçının martısının ölümüne üzülmektedir. Sürekli martıyı düşünür. Onunla ilgili Sorti’ye hikâyeler anlatır. Bir süre sonra Sorti uykuya dalar. Yazar Sabaha kadar uyumaz. Yazar martıyı sadece bir kuş olarak değil, insanla dost olan, onu anlayan insancıl bir varlık olarak da görür. Martı da öykünün kahramanlarından biri durumundadır.
Öykünün kahramanları yazar, Kalafat ve Sorti’dir. Bu kahramanlar her zaman çevremizde gördüğümüz sıradan insanlardır; hiçbirinin olağanüstü bir niteliği yoktur.
Olay Sivriada’da bir nisan akşamı geçmektedir.
7. ROMAN
YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU---YABAN
Yakup Kadri’nin Yaban romanı yüzyıllardır kaderiyle baş başa bırakılan köylü ile aydın arasındaki uçurum dile getirilmektedir. Köylü için İstanbul’dan gelen her aydın bir “Yaban”dır.
Okuduğunuz metinde İstanbullu bir aydın olan Ahmet Celâl’in karşılaştığı köy gerçeği karşısındaki şaşkınlığı dile getirilmektedir.
Yaban romanı Ahmet Celâl’in anıları biçiminde verilmektedir. Yazar eserini şöyle tanıtmaktadır.
“... Sakarya Savaşı'ndan sonra, Garp Cephesi Komutanlığının gönderdiği Tetkiki Mezalim Heyeti, o viranelerde taşlar altında kömürleşmiş insan kemiklerini araştırırken bu kitabı teşkil eden yazıları, arasından yırtılmış bir defter hâlinde buldu, Köylülerden bunun sahibinin ne olduğunu sordu. Kimse onun nereye gittiğini, bilmiyordu. Bununla beraber, onun iki üç yıl hep bu köyde oturduğunu ve son felâket gününe kadar burada kaldığını söyleyen de kendileri idi.
Tetkiki Mezalim Heyetinden biri bu kayıtsızlığa şaştı:
- Nasıl olur, dedi, nasıl olur. İnsan yıllarca beraber yaşadığı bir kimsenin nereye
gittiğini, ne olduğunu bilmez mi?
Köylüler, küskün bir tavırla omuzlarını kaldırıp uzaklaşıyorlardı.
Yalnız içlerinden biri, yaşı belirsiz küçük ve sıska bir adam, döndü.
- Dee, sizin gibi yabanın biriydi, dedi.
Romanın çeşitli tanımları yapılmıştır. Bunların ortak özellikleri şunlardır: Romanlarda, insanların başlarından geçen olaylar ayrıntılı bir şekilde işlenir. Böylece insanların duygu, düşünce ve hayal dünyaları geliştirilir. Yaşam deneyimleri artırılır.
Romanda ele alınan olay etrafında pek çok küçük olay anlatılır. Ele alınan olayın gerçek ya da gerçeğe uygun olması, kişilerin gerçek yaşamda gördüğümüz kişilere benzemesi, olayın geçtiği yer ve zamanın belli olması çevre ve kişilerin ruhsal çözümlemelerine yer verilmesi gerekir.
Romanlar yazıldığı devrin sosyal ve siyasal olaylarını yansıtır. Belli bir döneme ışık tutar.
1. Romanın Tanımı
Olmuş ya da olma olasılığı bulunan olayların bir büyük olayla örülerek ayrıntılı bir şekilde yer ve zaman gösterilerek anlatıldığı uzun yazılara roman denir.
2. Romanda Plan
Romanda ele alınan olayların mantıksal bir gelişimi yapılır. Temel olay çevresinde pek çok küçük olaylar işlendiğinden, kişiler ile olaylar arasındaki ilişkinin kurulabilmesi iyi bir planlama ile olasıdır.
Romanda da öyküde olduğu gibi serim, düğüm ve çözüm bölümleri bulunur.
Serim bölümü: Romana konu olan olaylar ile yer, çevre ve kişilerin tanıtıldığı bölümdür. Bu bölümde olayın geçtiği zaman ile olay kişileri ve çevre betimlemesi yapılır.
Düğüm bölümü: Romanda olayların karmaşık bir hâl aldığı, okuyucunun merakının ve heyecanının yoğunlaştığı bölümdür. Romanda birden fazla düğüm bölümü bulunabilir ve en uzun bölüm bu kısımdır.
Çözüm bölümü: Düğüm bölümündeki olayların çözümlendiği, merak ve heyecanın giderildiği bölümdür. Bazı romanlarda sonuç, okuyucunun hayal gücüne bırakılabilir.
3. Roman Çeşitleri
Romanlar bağlı oldukları akıma, işledikleri konulara ve iç yapılarına vb. göre sınıflandırılır. Akımlarına göre; romantik roman, realist roman, natüralist roman gibi. İşledikleri konulara göre; sosyal roman, tarihî roman, polisiye roman gibi. Romanlar iç yapılarına göre ise aksiyon romanı, psikolojik roman gibi çeşitli türlere ayrılır.
4. Romanın Öğeleri
a. Kişiler: Romanda anlatılan olayları gerçekleştiren kişilerdir. Kişilerin
olağanüstü nitelikleri yoktur; gerçek yaşamda gördüğümüz kişilere ya tip ya da
karakter olarak benzemelidir. Bunlardan belirli bir sosyal sınıfı ya da eğilimin özelliklerini
üstünde taşıyan kişiye tip denir. Cimri tip, içe dönük tip, sevecen tip vb. Karakter ise
kendine özgü tutum ve davranışları olan kişidir. Romanda betimlemelerle kişilerin iç ve
dış yönleri tanıtılır, çevre ile bağlantıları ortaya konur.
b. Olay: Roman kişilerinin yaptığı eylemlere olay denir. Romanda ana olay
çerçevesinde pek çok küçük çapta olaylar gelişir. Bu olayların her biri roman kişilerinin
bir yönünü tanıtır. Romanda gereksiz olaylara yer verilmemelidir. Gereksiz olay ve
ayrıntılar eserin değerini düşürür.
c. Zaman: Romanda işlenen olaylar belli bir zaman diliminde geçer. Olayların
başlaması ile bitmesi arasında bir süreç vardır. Bu sürece zaman denir.
ç. Dil ve anlatım: Roman yazarının, kendine özgü dili kullanma becerisi vardır. Kimi uzun cümleler kurar, kimi de kısa cümleleri benimseyebilir. Kimi de devrik tümcenin ya da atasözü ve deyimlerin anlatım gücünden yararlanır. Bu anlatım biçimine üslup denir.
Olaylar ya roman baş kişisinin ya da üçüncü kişinin ağzından anlatılır. İlk durumda yazar olayları yaşarken ikinci durumda yazar olaylar karşısında gözlemcidir, tanıktır.
Yazarlar roman yazarken anılarından, kişisel gözlemlerinden ve alınan küçük notlardan yararlanır.